|
|
 |
|
Peygamberimizin Yüce Ahlâkı |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|

Engin gönüllü olmak, hakka boyun eğip kabul etmek gibi manalara gelen tevazuun en makbul olanı, yaltaklanmadan ve zillete düşmeden, ölçülü ve itidalli bir şekilde bulunmaktır.
Kibir ve gururun zıddı olan tevazu ancak bu iki kötü huyun yenilmesi sayesinde kazanılır. Herkesi kendi nefsinden üstün görmek, dış görünüşüne bakarak kimseyi küçümsememek, fazla lükse ve gösterişe varmadan kolay ve basit bir yaşayış benimseyip devam ettirmek, yaptığı çalışmadan, gördüğü hizmetten dolayı insanların iltifatını beklememek, tevazuun belli başlı kaidelerinden birkaçıdır.
Peygamberimizin Hilmi ve Yumuşak Huyluluğu
Hilm; yumuşak huylu, yavaş, uslu, sessiz, sakin olmak, heyecana kapılmayıp öfkeyi yenmek, nefsine hakim olup kızmamak, gücü yettiği halde affetmek, hoşa gitmeyen şeyler karşısında sabredip tahammül göstermek, tahrik edici sebepler karşısında soğukkanlılığı korumak, vakarlı ve ağırbaşlı bulunmak, acı ve ıstırap verici hareketlerle yüzyüze gelince kendini tutma gibi anlamlara gelen güzel bir ahlâktır.
Peygamberimizin Hayası
Haya, hoşa gitmeyen yahut terk edilmesi yapılmasından daha uygun olan, bir şeyin yapılması esnasında yüzünde beliren ince kızarma hali olarak tanımlanır. Utanma, sıkılma manalarına da gelen haya, en geniş şekliyle İslâm ahlâkında yerini bulmuştu.
Peygamberimizin Coşkun Merhameti ve Şefkati
Merhamet, esirgemek, acımak, zayıf ve fakir insanların haline acıyarak yardımda bulunmak ve ince kalpliliktir. Şefkat, acıyarak ve esirgeyerek sevmek, içten gelen ve karşılıksız bir sevgidir. Her iki duygu da, tariften çok yaşanan ve hissedilen duygulardır. Çünkü, her ikisi de kalple ilgilidir.
Merhamet ve şefkat, Peygamberimizin yüce şahsiyetinin bir aynası gibidir. Onun kadar merhametli, onun kadar şefkatli ve ince ruhlu bir insan yeryüzüne gelmemişti.
Cenab-ı Hakkın Sevgili Resulüne, kendi ismi olan "Rahim" ve "Rauf" sıfatlarını vermesi, Peygamberimizin ne kadar merhametli ve şefkatli bir kalbe sahip olduğunu gösterir.
Peygamberimizin Fakir ve Kimsesizlere Merhameti
Peygamberimiz hep fakir ve kimsesizlerle birlikte bulunmayı tercih eder, gönüllerini alırdı. Bir yerde, toplumun farklı kesimlerinin toplanmış olduklarını görünce, önce fakirlerin yanına gider, onlarla birlikte otururdu.
Abdullah bin Amr bin As anlatıyor:
"Bir gün mescitte oturuyordum. Bazı fakir kimseler bir köşeye toplanmış sohbet ediyorlardı. Resulullah içeri girdi. Başka bir tarafa yönelmeden doğruca fakirlerin yanına gitti. Ve onlara, fakir muhacirlere zenginlerden önce Cenneti müjdeledi. Hepsinin de yüzü güldü. Ben de onlardan birisi olmadığım için üzüldüm."
Peygamberimiz, kendisini, toplumun zayıf ve kimsesizlerinden üstün görme duygusuna kapılanları da uyarır; her tabakanın devamlı birbirlerine muhtaç olduklarını söylerdi.
Sa'd bin Ebi Vakkas'ın kendisini fakirlerden üstün gördüğünü hissedince, onu şöyle ikaz etti:
"Sizin elde ettiğiniz başarı ve bereket fakirlerin emeklerinin eseridir. Siz, varlığınızı bu fakir insanlara borçlusunuz."
Yine Peygamberimiz, toplum içinde, belli bir yeri bulunmayan biçarelere zayıflıklarından dolayı önem verilmemesini asla hoş karşılamaz, onların da halini sorup öğrenmek arzu eder, sonra da ihtiyaçlarını karşılardı.
Peygamberimizin Yetimlere Şefkati
Peygamberimizin yetim çocuklara apayrı bir şefkati vardı. Onlara çok müşfik davranırdı. Kendisi de yetim olarak büyüdüğü için, yetimliğin ne kadar acı ve zor olduğunu biliyordu. Yetimlere olan merhametinden dolayı, devamlı olarak onları korur, haksızlığa uğradıkları zaman haklarını arardı.
Ebû Cehil, bir yetimin vasisiydi. Çocuğun bütün malı yanındaydı, fakat ona koklatmıyordu.
Bir gün çocuk aç ve çıplak olarak geldi, malından bir-şey istedi. Ebû Cehil, azarlayarak yanından kovdu. Sonra da Kureyş'in ileri gelenleri çocukla alay ederek, "Muhammed'e git de, sana yardımcı olsun" dediler.
Onların bu kötü niyetini anlamayan saf ve masum çocuk doğruca Peygamberimize gitti. Halini arz etti. Peygamberimiz çocuğu yanına alarak Ebû Cehil'in bulunduğu yere geldi. Yetimin hakkını vermesini söyledi. Peygamberimizi karşısında gören Ebû Cehil hiç itiraz etmeden yetimin malım iade etti.
Ebû Cehil'in bu uysallığını gören müşrikler, "Sen de sapıttın, Muhammed gibi çocuklaştın" diye onu küçümsediler.
Ebû Cehil tuhaf bir haldeydi. Onlara şöyle dedi:
"Hayır, siz de benim yerimde olsaydınız, aynı şeyi yapardınız. Çünkü onun sağında ve solunda birer mızrak gördüm. Vermeyecek olsam bana saplanacaktı."
Peygamberimizin kendi evinden de yetim eksik olmazdı. Hz. Hatice ile evlendiğinde, Hatice validemizin ölen kocasından Hind isminde bir erkek çocuğu vardı. Peygamberimiz o yetime kendi öz çocuğu gibi bakmış, yetiştirmişti.
Yine Peygamberimiz Hz. Ümmü Seleme ile evlendiğinde, beraberinde
Peygamberimizin Kölelere Şefkati.
Peygamberimizin şefkat ve merhametinden en çok istifade eden sahipsiz ve kimsesiz insanların başında köleler geliyordu.
İslâm nurunun ilk doğduğu sıralarda başta Bizans ve İran olmak üzere, Arabistan'da cahiliye âdetleri arasında kölelik bütün şiddet ve dehşetiyle devam ediyordu.
Kabileler arasındaki çarpışmalar, yağmalar dinmeden aralıksız sürüyordu. Bunun neticesinde düşman tarafın insanları—kadın, erkek, çocuk—esir almıyor, kölelik ve cariyelik teşvik ediliyor, genişletiliyordu. Hatta her kabilenin nüfusunun hemen yarısını köle ve cariyeler teşkil ediyordu. Bunlar en zor işlerde çalıştırılıyor, hayvandan aşağı görülüyorlardı.
Araplar köleleri hiçbir şekilde hürriyetlerine kavuşturmazlar, azad etmezlerdi. Köleler ömür boyu esir olarak bırakılırlardı.
İşte, Peygamberimizin insanlığa getirdiği en büyük değişikliklerden birisi de Allah'ın hür olarak yarattığı kimselerin köle olarak bırakılmalarını hoş görmemesidir.
Böylece bu zavallı insanlar rahat bir nefes almaya başladılar. Zalim insanların kölesi olmaktan çıkıp, en büyük hürriyet olan Allah'a kulluk mertebesine erme imkânı buldular.
Peygamberimizin Kadınlara Şefkati
İslâmın şefkat güneşi dünyayı aydınlatmadan önce kadınlar çok perişan haldeydiler. Başta Araplar olmak üzere, insanlık kız çocuklarını ve kadınlarını çok hor görürdü. Onları bir insan olarak kabul etmez, bir eşya gibi değer biçer, alıp satarlardı. Arapların yanında kadının hiçbir sosyal hakkı yoktu. Onları şefkat ve merhametten yoksun kıldıkları gibi, mal ve mirastan da uzak tutarlardı.
Peygamberimizin bütün insanlığı kuşatan şefkat ve merhameti kısa zamanda kadınlar üzerinde de görülmeye başladı. Onları insanların ayakları altında ezilmekten kurtararak o kadar yüceltti ki, "Cennet anaların ayakları altındadır" buyurarak, Cennete girmeyi annelerin rızalarıyla eş tuttu.
Kadınlara iyilik yapmanın, onlara şefkatli davranmanın, imanın bir alâmeti olduğunu beyan ederek bu meseleye büyük önem verdi.
"Kim Allah'a ve âhiret gününe iman etmişse, komşusuna eziyet etmesin. Kadınlara da iyiliği tavsiye ediniz. Çünkü onlar kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburganın en eğri tarafı da üst tarafıdır. Onu doğrultmak istersen kırarsın. Olduğu gibi bıraktığın takdirde de daima eğri kalır. Bunun için, kadınlara her zaman iyiliği tavsiye edin" mealindeki hadis-i şerifle Peygamberimiz, kadınların hem maddî yapılarını, hem de ruhsal durumlarını ifade ederek, onlara anlayışlı davranmayı, kusur ve eğriliklerine tahammül edip sabır gösterilmesini tavsiye etti.
Peygamberimizin Çocuklara Şefkat ve Sevgisi
Peygamberimizin şefkatinin en canlı örneğini çocuklar üzerinde görüyoruz. Peygamberimizin çocuklara olan şefkati ve sevgisi bambaşkaydı.
Bir çocuk gördüğü zaman Peygamberimizin mübarek yüzünü neşe ve sevinç kaplardı. Onu tutar, kollarının arasına alır, kucaklar, okşar, sever ve öperdi.
Gördüğü ve karşılaştığı her çocuğa selâm verir, halini hatırını sorardı. Binekli bulunduğu zaman çocukları atın terkisine alır, gidecekleri yere kadar götürürdü. Çocuklarla arkadaşça konuşur, onların yanında çocuklaşır, anlayış seviyelerine göre sohbet eder, öğütler verirdi.
Çocuklarla o kadar içice olmuştu ki, bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu.
Peygamberimizin Hayvanlara Merhameti
Âlemlere rahmet olarak gönderilen ve bir merhamet denizi olan Sevgili Peygamberimizin şefkat ve merhameti sadece insanlara mahsus değildi. Hayvanları da kapsıyordu. Çünkü, onlar da can ve ruh taşıyordu.
Peygamberimiz, Cahiliye Araplarının bu konudaki çirkin âdetlerini de kökünden kazıdı. Hayvanların da merhamete muhtaç olduklarını öğretti.
Araplar, hayvanlara çok kötü ve merhametsizce hareket ederlerdi. Canlı hayvanları ok atışlarında hedef dikerler, kendi hayvanlarını diğerlerinden ayırmak için kulak ve kuyruklarını keserler, hatta dağlarlardı. Çölde acıktıkları zaman canlı devenin hörgücünü yarıp bir parça yağ çıkararak pişirip yerler, susadıkları zaman da hayvanın damarını keser, bir miktar kan alırlar, tekrar dikerlerdi.
Peygamberimiz bütün bu alışkanlıklardan onları vazgeçirdi. Hayvana bir işaret konulsa bile, en az acıyacak yere konulmasını tavsiye etti.
Peygamberimizin Affı ve Bağışlaması
Peygamber Efendimizin güzel ahlâkından birisi de affedici ve bağışlayıcı olmasıdır. Peygamberimiz kendi yakınlarına ve Sahabîlerine devamlı hoşgörülü olduğu gibi, düşmanlarını da, özellikle onlar güçsüz bulundukları ve teslim oldukları zaman bağışlamış, suçlarını affetmiş, sonunda da pekçoğunun iman etmesine vesile olmuştur.
Hz. Aişe validemizin de buyurduğu gibi, Peygamberimiz yaratılışı icabı, kendisine kötülük edene kötülükle karşılık vermez; affeder ve intikam almaya da yanaşmazdı.
Bu üstün vasıflardır ki, düşmanları tarafından bile takdir edilmiş, sevilmiş ve sevgisini onların kalbine de ulaştırarak, ebedî kurtuluşlarına vesile olmuştur.
Peygamberimiz savaş dışında, düşmanlarından kendine sığınan, teslim olan ve bağışlanmayı dileyenleri yüz üstü çevirmemiştir. Ricalarını kabul ederek affetmiştir.
Peygamberimizin Ahde Vefası
Ahde vefa, verdiği sözde durmak, yaptığı anlaşmaya sadık kalmaktır. İnsanın önemli karakterlerinden, kişiliğini oluşturan değerlerden biri de vefalı oluşudur. Yapılan sözleşmeye dikkat etmek, ahde vefanın bir başka çeşididir.
Peygamberimiz verdiği sözde duran, yaptığı anlaşmaya bağlı kalan en büyük insandır. Bu hususta dostunu da, düşmanını da ayırt etmemiştir. Dostuna verdiği bir sözde durup, onu yerine getirdiği gibi, düşmanlarıyla yaptığı anlaşmaya da sadık kalmış, her ne pahasına olursa olsun, aykırı hareket etmemiş
Peygamberimizin Nezaketi
Peygamberimiz, bir peygamber olması dolayısıyla her seviyeden insanla görüşüp konuşuyordu. Bunlar içinde devlet ve kabile reisleri, zengin ve soylu kimseler olduğu gibi, fakirler, zayıf ve kimsesizler, yetimler, kadınlar ve çocuklar da yer alıyordu.
Bütün bu sosyal yapıları, yaşayış tarzları, yaşları, başları, huyları birbirinden ayrı olan insanlarla ilişkisini, doğru, sağlıklı ve kalıcı bir biçimde sürdürüyordu. Bunun için, onlarla her alanda iyi diyalog kuruyor, nazik ve geniş kalpli davranıyordu. Zaten âlemlere rahmet olarak gönderilmesi bunu gerektirmiyor muydu?
Hizmetinde bulunan yakın Sahabîlerinin anlattığına göre, Peygamberimiz insanların en naziki, en nezihi, en zarifi, en latifi, en ince ruhlusu idi. Edep, terbiye ve görgü kuralları onun hayâtında en güzel ve en ideal biçimde mevcuttu.
Peygamberimizin Adaleti
Hakka yönelmek, hakkı lâyık olana vermek, haksızlıktan kaçınmak, herkese eşit davranmak anlamlarına gelen adalet sıfatı Peygamberimizde en mükemmel şekilde mevcuttu.
Peygamberimiz dünya işlerinden elini çekmiş, hayattan uzak duran bir insan değildi. O, gençlik yıllarında Mekke'de bulunan kabilelerle birlikte yaşıyor, peygamber olduktan sonra da çeşitli kabile ve milletlerle iç içe bulunuyordu. Bu kabileler zaman olmuş, boğaz boğaza gelmişler, kan dökmüşler, çarpışmışlar, savaşmışlardı. Bunların birini memnun eden bir hareket, öbürünü rahatsız ediyordu.
İşte Peygamberimiz birbirine düşman kabileler arasında hak dini yayarken onların kalplerini kazanıyor, aralarında hak, adalet, insaf ve kardeşlik filizleri yeşertiyordu. Bu uğurda pekçok zorluklarla karşılaşıyordu. Fakat zerre kadar olsun, adalet ve insaftan ayrılmıyordu.
Peygamberimizin Vakarı ve Sükûtu
Vakar; ağırbaşlılık, temkinli davranmak, ciddi, haysiyet sahibi olmak anlamına gelir ki, kibir, gurur ve bencillik gibi kötü huylardan farklıdır.
Vakar, imandan gelen bir ciddiyet ve ağırbaşlılık iken, gurur, imandaki zaafın bir neticesi olarak görülür. Mesela bir idarecinin makamındaki ciddi olması vakar sayılırken, aynı ciddiyeti evinde sürdürmesi şefkata, merhamete, samimiyet ve içtenliğe aykırı düşer.
Peygamberimiz son derece vakarlı, ciddi ve izzet sahibi idi. Onun peygamberlik vakarı, görene önce bir ürperti ve korku verir, fakat daha sonra onun ne kadar şefkatli bir insan olduğunun farkına varırdı. Peygamberlik gibi yüce bir görevi omuzlayan insanın, etrafında bulunan binlerce Müslümana hak ve hakikat dersi veren bir insanın ciddi ve vakarlı olması kadar tabii bir şey yoktur. Zaten vakar, peygamberliğin en önemli özelliklerinden birisi olarak belirtilmektedir.
Peygamberimizin Şecaat ve Cesareti
Şecaat ve necdet kelimeleri Peygamberimizin cesaret ve kahramanlığını en güzel ifade eden kelimelerdir.
Şecaat: Dinî ve dünyevî hukukunu korumak için canını dahî verecek derecede gösterilen bir yiğitlik olarak tarif edilir.
Necdet: Korku ve dehşet veren bir hâdise anında ve olağanüstü haller karşısında sabır ve sebat göstererek soğukkanlılığını koruyup, endişeye kapılmadan sakin bir şekilde hareket etmektir.
Bu hasletlerden her ikisi de Peygamberimizde tam ve mükemmel manada bulunuyordu.
O, insanların en cesuru, en yüreklisi, en kahramanı ve en yiğidi idi. Gençliğinden itibaren hayâtının bütün devrelerinde şecaat manasındaki cesaret, Peygamberimizde çok açık bir şekilde görülüyordu.
Peygamberimiz ömrünün gençlik yıllarında da eşsiz cesaret ve kahramanlıklar göstererek yiğitliği ve gözünün pekliğiyle çevresinin takdir ve hayranlığını kazanmıştı.
Peygamberimizin Sabrı
Pekçok hâdise insanın arzu ve isteği dışında gelişir. İnsan sıkıntıya düşer, üzülür, zulme uğrar, başına musibet ve felaketler gelebilir. Ancak başa gelen her şey Allah'tan olduğuna göre, ilk anda görülmese de, neticesi itibariyle o musibette insan için bir fayda gözetilmiştir.
İşte, insan karşılaştığı bir hâdisede onun içindeki hayırlı neticeyi düşünüp içine sindirmelidir ki, tedirgin olmasın. Bunu anlayınca tahammül edip bekler; Allah'a tevekkül eder, kendisini olayların akışına kaptırmaz. İşte bu davranışın adı sabırdır.
Diğer taraftan, bazen olur, pekçok nimetten istifade eder. Olaylar arzu ettiği şekilde gelişir. Birçok nimete sahip olur, yahut kendisinde bulunup da başkasında olmayan bazı nimetleri hatırlar, bir lütuf olarak kendisine verildiğini idrak eder. Böylece, verilen nimetleri, verenin emri yolunda kullanacağını anlar, şükreder.
Peygamberimizin Şükrü
Peygamberimiz, felâket ve musibetlere karşı sabrederken, bir lütuf ve nimete kavuştuğu zaman da şükrederdi. Zaten onun her hali şükür üzerineydi. Hiçbir meseleden dolayı şikâyet ettiği, insanlara dert yandığı görülmemişti. Çok ağır hastalıklara yakalandığında bile devamlı şükür içinde bulunurdu.
Hz. Âişe anlatıyor:
"Resulullah bir gün hastalandı. Yatağının içinde dönmeye başladı. Ben kendisine, 'Eğer bu hastalık içimizden birisine gelseydi, çok şikâyet ederdik' dedim. Bunun üzerine Resul-i Ekrem şöyle buyurdu:
"Şunu unutma ki, mü'minler birtakım sıkıntılarla karşı karşıya gelirler. Ayağına bir diken batan veya bedenine bir ağrı giren mü'minin başına gelen bu sıkıntı dolayısıyla Allah bir günahını affeder ve âhiretteki makamını bir derece yükseltir."
Peygamberimiz en dayanılmaz musibetlere uğradığı gibi, en büyük ve ulvi nimetlere de kavuşmuştu. Cenab-ı Hak kendisini âlemlere rahmet olarak göndermiş, kâinatın efendisi yapmış, bütün peygamberlere sultan, evliyalara rehber, mü'minlere eşsiz bir örnek kılmıştır. Kendisine muhatap seçerek yüce kelâmını ona vahyetmiş, kısa zamanda dâvasında başarılı kılarak düşmanlarına galip getirmiş, yaymaya çalıştığı hak dini dünyaya yayılmış, kıyamete kadar hükmünü geçerli kılmıştır. Bunun gibi daha sayamayacağımız pekçok nimete kavuşturmuştur.
Peygamberimizin Ticarî Ahlâkı
Peygamberimiz toplumdan uzak yaşayan bir insan değildi. Herkes gibi o da alış veriş yapıyor, borç alıp veriyordu. Ticarî hayâtı kontrol için ara sıra çarşıya pazara çıkıyor, insanlara adalet, insaf,, hak hukuk dersi veriyor, birbirlerini aldatmamalarını, yalan yere yemin etmemelerini söylüyordu.
Peygamberimiz, henüz kendisine peygamberlik gelmeden önce ticaretle meşgul oluyordu. Onunla iş yapanlar çok memnun kalıyor, doğruluk ve dürüstlüğüne hayran oluyorlardı. Mekkeliler en kıymetli mallarını onun yanına emanet olarak bırakıyor, her alanda güven duyuyorlar; yalan, hile, aldatma gibi çirkin huyların zerresinin dahi bulunmadığını çok iyi biliyorlardı.
Bir gün Peygamberimize Saîb adında bir Arap tüccar takdim edildi. Onu, Peygamberimize doğruluk ve dürüstlüğe dikkat eden bir adam olarak tanıtıyorlardı. Peygamberimiz ise, "Ben onu sizden iyi tanıyorum" deyince, Saîb de Peygamberimiz hakkında şöyle bir iltifatta bulundu:
"Evet, ticarette arkadaşlık etmiştik. Bütün hesapları gayet mükemmeldi."
Peygamberimizi tanımayanlar, ilk defa görenler bile onun yalan söylemeyen ve aldatmayan bir insan olduğu kanaatine varıyorlardı.
Peygamberimizin Anne-Baba Sevgisi
Dünyaya geldikten sonra öğrendiğimiz ilk kelimelerden biri anne ise diğeri babadır. Çünkü bizi onlar dünyaya getirdi. Canlarından can, kanlarından kan, sevgilerinden sevgi kattılar. Hayâtı onlarla tanıdık, onlardan öğrendik, onların sayesinde bugünlere geldik. Bizi onlar kadar içten, karşılıksız ve ücretsiz seven bir başka insan yoktur. Onların varlığı, insana varlık kattığı gibi, yoklukları da hiçbir zaman doldurulamaz ve yerleri hep boş kalır.
Peygamber Efendimiz henüz dünyaya gelmeden önce babasını, dört yaşında bir çocukken de annesini kaybetmişti. Hem yetim, hem de öksüz büyümüştü. Yüce Allah onu annesiz babasız bırakmıştı, ama kendi özel himayesine ve terbiyesi altına almıştı. "Beni Rabbim yetiştirdi ve eğitti" diyordu.
Onun kadar annebabanın hakkını ve değerini öğreten bir başkası yoktur. Kur'ân'ın ifadesiyle insan üzerinde Allah ve Resulünden sonra en çok hakkı olan annebaba olduğu gibi, en çok sayılması ve sevilmesi gerekenler de onlardır. Rabbimiz, Peygamberimize hitaben annebaba hakkının önemini şöyle bildiriyor:
"Rabbin şunu da emretti: Ondan başkasına ibadet etmeyin. Anne ve babaya da iyilikte bulunun. Onlardan
biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olurlarsa onlara sakın 'Öf!' bile deme. Onları azarlama, onlara güzel söz söyle.
Peygamberimizin Akrabalarına iyiliği
Peygamberimiz herkese iyilik yapar, yardım ederdi. Fakat akrabalarına daha fazla ikram ve ihsanda bulunmaya çalışırdı. Akrabaya iyiliğin "sılâ-i rahm" adıyla farz kılınması da daha çok önem verilmesine sebep oluyordu.
Peygamberimizin baba tarafından pekçok akrabası vardı. Amcası, halası, onların çocukları ve torunları bulunmaktaydı. Ayrıca süt annesi, süt babası ve süt kardeşleri de vardı. Onları da aynı şekilde akraba olarak görüyordu.
Peygamberimiz küçük yaşlarda dedesinin ve uzun müddet de amcası Ebû Talib'in himayesinde yetişmişti. Amcasının kendisine büyük iyiliği vardı. Henüz peygamberlik gelmeden önce Ebû Talib büyük bir maddî sıkıntıya düşmüştü. Zaten müthiş bir kıtlık hüküm sürüyordu. Ona yardımda bulunmak ve biraz olsun desteklemek için kalabalık nüfusunun ağırlığını hafifletmek istedi. Amcasının o zamanlar çocuk yaşta bulunan oğlu Hz. Ali'yi kendi yanına aldı. Ona evladı gibi baktı, büyüttü, yetiştirdi, daha sonra da en çok sevdiği kızı Hz. Fatıma'yı onunla evlendirdi.
Peygamberimizin Misafir Sevgisi
Peygamberimizin misafiri hiç eksik olmazdı. Uzaktan yakından pekçok misafiri gelirdi. Bazı devlet ve kabilelerden özel ve resmi heyetler gelir, günlerce kalırlardı. Peygamberimiz bu misafirlerle bizzat ilgilenir, ağırlar, hizmetlerini görürdü.
Habeşistan'dan gelen heyete bizzat Peygamberimiz hizmet etti.
Sahabîler, "Siz bırakın, yâ Resulallah, hizmeti biz görürüz" dediler.
Peygamberimiz, "Onlar daha önce bizim arkadaşlarımıza ikram etmişlerdir. Şimdi ben de bu hizmetlerinin karşılığını vermekten zevk duyuyorum" buyurdu.
Taif'ten gelen Sakif heyetini, mescitte misafir etti, ağırladı. Yine hizmetlerini kendisi gördü. Daha sonra onlar hep beraber Müslüman olarak yurtlarına döndüler.
Peygamberimizin kendi evi misafiri kabule müsait olmadığı zamanlar, Ensardan Remle ile Ümmü Şerik'in evi misafirhane vazifesini görüyordu. Bu kadınlar iyiliksever, cömert kimselerdi. Bazen gelen misafirler o kadar çok olurdu ki, hizmetlerini rahatça görmek için böyle misafir evlerine taksim edilirdi.
Peygamberimiz misafir konusunda din ayırımı yapmazdı. Herkese aynı yakınlık ve iyiliği yapar, aynı nezaket ve anlayışı gösterirdi.
Peygamberimizin Şakaları
Peygamber Efendimiz, Allah'ın elçisi olması dolayısıyla ciddi, vakarlı, ağırbaşlı, heybetli bir insandı. Bu hali zaten normaldi. Çünkü taşıdığı görev, üstlendiği vazife bunun gereğiydi. Ancak her haliyle o da bir insandı. Hem de çok cana yakın...
Herkese samimi ve içten davranırdı. Zaman olur, şakalaşır, tatlı ve güzel bir hava oluştururdu. Çünkü başka türlü olsaydı, insanlar Peygamberimize yanaşamazlar, ona soru bile soramazlardı.
Zaten insan her zaman ciddi ve ağır meseleleri konuşamaz, bazen ortamın yumuşatılması, insanların rahatlatılması gerekir.
Herkes gibi Peygamberimiz de şaka yapar, lâtifeli konuşur, ama hiçbir zaman yalan söylemezdi. Çünkü şaka yollu da olsa, yalan yalandır.
Ebû Hüreyre'nin rivayetine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Kul şaka ile de olsa yalanı, doğru bile olsa lüzumsuz tartışmayı bırakmadıkça tam inanmış bir mü'min olamaz."
Peygamber Efendimiz bir yandan yeri geldikçe şaka yaparken, diğer yandan da Sahabîlerin yersiz şaka yapmamaları konusunda uyarıda bulunurlardı.
"Arkadaşlarınla ağız kavgası yapma, bir söz verip de tutmamazlık etme."
Etrafındakiler sordular:
"Yâ Resulallah, siz de şaka yapıyorsunuz."
Çelişkili gibi görünen bu durumu Peygamberimiz şöyle cevapladı:
"Evet, ben de şaka yaparım, fakat şaka yaparken bile sadece hakikati söylerim."
Bunun yanında, Peygamberimiz insanlarla alay etmez, hafife almaz, dalga geçmez, küçük düşürmez, mahcup etmez, zor durumda bırakmaz, "işletme" gibi olumsuz tavırları hoş karşılamazdı.
Peygamberimizin yaptığı şakalar yerli yerinde ve mesaj doluydu. Lüzumsuz ve yersiz değildi. Daha çok gönül alıcı ve sevindirici şakalar yapardı. Çocuklarla, hanımlarıyla, yaşlı ve kimsesiz kişilerle şakalaşması bu türdendi.
Peygamberimizin İltifatları
Peygamber Efendimiz sık sık insanların gönlünü alır, onlara iltifat ederdi. Özellikle kabiliyetli, fedakâr, akıllı ve İslâmî hizmetlerde gayretli olan sahabîlere yaptığı değişik iltifat dolu sözlerle onları sevindirirdi. Onlar da bu iltifat sonucu çocuk gibi sevinir ve âdeta bayram ederlerdi.
Hazret-i Ali Efendimiz anlatıyor:
"Bir gün ben, Cafer ve Zeyd Peygamber Efendimizin huzuruna gittiğimizde Zeyd'e:
"Sen bizim kardeşimiz, dostumuz ve arkadaşımızsın' buyurdu.
"Zeyd sevincinden yerinden sıçrayarak oynaya oynaya gitti.
"Kardeşim Cafer'e de:
"Sen hem huy, hem vücut yapısı bakımından bana benziyor sun' buyurdu.
"Cafer de sevincinden Zeyd gibi sıçrayıp oynaya oynaya gitti.
"Ondan sonra Peygamber Efendimiz bana da:
"Sen bendensin, ben de sendenim' buyurdu.
"Ben de Zeyd'in arkasından sıçrayıp oynaya oynaya çıktım."
Peygamberimiz değişik biçimlerde Sahabîlerine iltifatlar yapardı. Onlara yakınlık gösterir, gönüllerini hoş eder, sevindirirdi. Bazen olur, kalkar bizzat evlerine gider, evlerini şereflendirirdi. Sahabîler için dünyada bundan daha büyük bir mutluluk olmazdı.
Câbir bin Abdullah diyor ki:
"Peygamber Efendimiz ne bir katıra ve ne de bir at ve benzeri bir hayvana binmeksizin yaya olarak sadece hal ve hatırımı sormak üzere tâ evime kadar gelmişlerdir."
Peygamberimizin iltifatı insanların hayâtları boyu unutmadıkları, unutamayacakları, akıllarından çıkarmaları mümkün olmayan bir ikramdı. Büyüklere ayrı, küçüklere ayrı, yetimlere ayrı, yakınlarına ayrı; hasıl; herkese konumuna, durumuna, kişiliğine göre iltifatlarda bulunurdu. İleri yaşlarda olmasına rağmen çocukluk yıllarındaki bir peygamber iltifatını bakınız, Yusuf bin Abdullah nasıl anlatıyor?
"Peygamber Efendimiz bana 'Yusuf adını verdi ve beni kucağına alıp mübarek eliyle başımı okşadı."
Peygamberimiz özellikle kabile reislerine, bir kavmin büyüğüne, sözü sohbeti yerinde, ağırlığı ve etkisi olan şahsiyetlere ayrı bir değer verir, onun İslama bağlanması için en tatlı ilgiyi ve alâkayı eksik etmezdi.
Münzir, Bahreyn'de yaşayan bir kabilenin reisiydi. Kabileden yirmi kişi ile birlikte Medine'ye Peygamberimizi ziyarete geldiler. Peygamberimiz onları Mescid-i Nebevide kabul etti. Çok yakınlık gösterdi. Onlara İslâmı anlattı ve hepsi de Müslüman oldu.
Münzir, Peygamberimize bir hayli sorular sordu. Hepsinin de cevabını aldı. Memnun oldu. Peygamberimiz Münzir'i çok sevmişti. Kendisine şöyle iltifat etti:
"Gerçekten sende iki huy vardır ki, Allah onları sever."
"Yâ Resulallah, bunlar nelerdir?"
"Bunlar yumuşak huyluluk, hoşgörülü olman ve hayadır."
"Bunlar benim yaratılışımda mı var, yoksa yeni mi oldu?"
"Hayır, senin yaratılışında var."
"Beni bu iki huy üzere yaratıp da onları seven Allah'a hamdolsun."
Münzir çok sevinmişti. Peygamberimizin yakın iltifatına ve övgüsüne ermişti. Kendisini Allah'ın sevdiğini Peygamberimiz şahitlik ediyor ve bu güzel müjdeyi veriyordu. Bundan sonra Münzir İslama çok hizmet etti.

|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Hoşgeldiniz.... |
|
. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
| |